İnsanlık tarihinin en eski milletlerinden olan Türkler, Müslüman olmadan önce Kut anlayışı Müslüman olduktan sonra Cihat anlayışını benimsemişlerdir. Yani; savaşçı özellikleri sayesinde pek çok devlet ve imparatorluk kurmuştur. Yüzyıllar boyunca İslam dünyasının önderliğini yapmış olan bu milletin tarihteki önemi herkes tarafından bilinen, yadsınamaz bir gerçektir. Ancak Türkler sadece savaşçı yönleri ile değil, bilim tarihine yaptıkları katkılar ile de bilinir.
İçindekiler
Filozof Bilim Adamı: Farabi
Ebu Nasır Muhammed İbn el-Farah el-Farabi, (İS. 870)’de Türkistan’da Farab yakınında küçük bir köy olan Vasic’ te doğdu. 8. ve 13. yüzyıllar arasındaki İslam’ ın Altın Çağı’ nda yaşamış ünlü filozof ve bilim adamıdır.
Türk bilim adamları içinde en baştan sayacağımız olan Farabi, yaptığı çalışmalar ile günümüz biliminin gelişimine temel oluşturmuştur. Özellikle Felsefe alanında çalışmalar yapan ünlü Türk bilim adamı, Aristo, Platon ve Zenon gibi Yunan düşünürlerini yorumlamış ve bunların görüşlerini kendi çalışmalarına yansıtmıştır.
Bunun yanında hava titreşimlerinden ibaret olan ses olayının mantıklı izahını ilk kez Farabi yapmıştır. Titreşimlerin dalga uzunluğuna göre azalıp çoğaldığını deneyler ile kanıtlayan ünlü bilim adamı, aynı zamanda ilaçlar ile ilgili pek çok esere de imza atmıştır.
Matematik Dehası: El-Bîrûnî
Astronomi, matematik, fizik, tıp, coğrafya, tarih ve dinler tarihi alanlarında önemli eserler veren, bilim ve matematiğin temel taşı Biruni, çağının ötesinde evrensel bir dehaydı. Çalışmalarına 17 yaşında başladı. Güneşin hareketlerinden, mevsimlerin ne zaman başladığını belirledi. Dünya tarihinde ilk kez sezaryen doğumun nasıl yapılacağını gösterdi.
Tükenmek bilmeyen araştırma gayreti, taviz vermez objektiflik endişesi ve samimi dini duyguları ile astronomi, matematik, fizik, tıp, coğrafya, tarih ve dinler tarihi alanlarında önemli eserler veren, bilim ve matematiğin temel taşı El- Biruni, tüm eserlerini bilginler için yazdı. Yunan ve Hint tıbbını inceledi, Sultan Mesud’un gözünü tedavi etti. Otların hangisinin, hangi derde deva olduğunu çok iyi bilirdi. Kendisinden çok sonra gelen Newton, Toricelli, Copernicus, Galileo gibi bilim insanlarına ilham kaynağı oldu. Hatta The UNESCO Courier dergisi, 1974 yılında çıkardığı sayıyı ona ayırdı ve “Binlerce yıl önce, Orta Asya’da yaşamış evrensel deha” olarak onu dünyaya tanıttı.
İlk Robotik Bilimcisi: El Cezeri
Robotik Bilimi ve Sibernetiğin öncüsü Cezeri, Türk-İslam coğrafyasına kazandırdıkları ile tarihte çok önemli bir yer edinmiştir. 13. yüzyılda Diyarbakır ve Cizre dolaylarında yaşadığı rivayet edilen Cezeri, sibernetik alanının kurucusu ve insanlık tarihinin ilk robotik teknolojilerine yoğunlaşan kişi olmuştur. Dünya bilim tarihi açısından bugünkü Sibernetik ve Robot Biliminde çalışmalar yapan ilk bilim insanı olan Cezeri’ nin yaptığı otomatik makineler günümüz mekanik ve sibernetik bilimlerinin temel taşlarını oluşturmaktadır.
El-Cezeri’nin su gücüyle çalışan pompa düzeneğinde dişli çarklar, bakır pistonlar, emme ve iletme amaçlı borular ve tek yönlü sürgülü vanalar kullanılıyordu. Bu düzenek suyu emerek yaklaşık on iki metre yukarı taşıyabiliyordu.
Türk Âlimi ve Tıp İnsanı: Akşemseddin
Osmanlı zamanında yetişen büyük evliya ve İstanbul’un manevi fatihi ve küçük yaşta ilim tahsiline başlayan Akşemseddin, Kur’an-ı Kerim’ i ezberledi. Yedi yaşında babası ile Anadolu’ya geldi. Genç yaşta akli ve nakli ilimlerde akranlarından daha üstün derecelere ulaştı. İlim tahsilini tamamladıktan sonra, Osmancık’ a müderris oldu.
İlim öğretmekle ve nefsinin terbiyesiyle meşgulken, tasavvufa yönelip, Ankara’da bulunan zamanın büyük velisi Hacı Bayram-ı Veli’ ye talebe olmak üzere gitti. Fakat ona talebe olamadı. Halep’te bulunan Şeyh Zeynüddin’e talebe olmak için Haleb’e giderken, gördüğü bir rüya üzerine Hacı Bayram-ı Veli’ ye talebe olmak üzere Ankara’ ya geri döndü.
Hacı Bayram-ı Veli tarafından kabul edilip, onun sohbetinde tasavvuf yolunun bütün inceliklerini öğrendi ve Hacı Bayram-ı Veli’den icazet (diploma) aldı. Aynı zamanda tıp ilminde de kendini yetiştiren Akşemseddin, bulaşıcı hastalıklar üzerinde çalıştı. Araştırmalar sonunda Maddet-ül-Hayat adlı eserinde:
“Hastalıkların insanlarda birer birer ortaya çıktığını sanmak yanlıştır. Hastalıklar insandan insana bulaşmak suretiyle geçer. Bu bulaşma gözle görülemiyecek kadar küçük fakat canlı tohumlar vasıtasıyla olur.” diyerek, bundan beş yüz sene önce mikrobun tarifini yaptı.
Pasteur’ un teknik aletlerle Akşemseddin’den dört asır sonra varabildiği neticeyi dünyada ilk defa haber verdi. Buna rağmen mikrop teorisi yanlış olarak Pasteur’ a mal edilmiştir. Aynı zamanda ilk kanser araştırmacılarından olan Akşemseddin, o devirde “Seratan” denilen bu hastalıkla çok uğraştı.
Fatih Sultan Mehmed Han muhteşem ordusuyla İstanbul’ un fethine çıktığında, Akşemseddin, Akbıyık Sultan, Molla Fenari, Molla Gürani, Şeyh Sinan gibi meşhur veliler ve alimler de talebeleriyle birlikte orduya katıldılar. Akşemseddin hazretleri savaş esnasında Sultan’a gerekli tavsiyelerde bulunarak, yeni müjdeler veriyordu.
Kuşatmanın uzaması ve Sultan’ ın ısrarı üzerine ve Allahü Teala’ nın izni ile fethin ne gün olacağını bildiren Akşemseddin, Fatih şehre girerken yanında yer aldı. Fetih ordusu İstanbul’ a girdikten sonra İslamiyet’ in harple ilgili hukukunun gözetilmesini genç Padişah’ a hatırlattı ve buna göre hareket edilmesini bildirdi. Fatih’ in Eshab-ı kiramdan Ebu Eyyub el-Ensari’ nin kabrinin bulunduğu yeri sorması üzerine:
“Şu karşı yakadaki tepenin eteğinde bir nur görüyorum. Orada olmalıdır.” cevabını verdi.
Daha sonra orası kazıldı ve Eyyub Sultan’ın (radıyallahü anh) kabri ortaya çıktı. Fatih Sultan Mehmed Han, Ebu Eyyub el-Ensari’nin kabr-i şerifinin üzerine bir türbe, yanına bir cami ve ilim öğrenmek için gelen talebelerin kalabileceği odalar inşa ettirdi
ESERLERİ:
- Risalet-ün-Nuriyye: Tasavvufa ve tasavvuf ehline dil uzatanlara cevab mahiyetindedir. Arapça olup, kardeşi Hacı Ali tarafından Türkçe’ye çevrilmiştir.
- Def’ü Metain,
- Risale-i Zikrullah,
- Risale-i Şerh-i Ahval-i Hacı Bayram-ı Veli,
- Malumat-ı Evliya,
- Maddet-ül-Hayat,
- Nasihatname-i Akşemseddin.
Astronomi ve Matematik Bilgini: Takiyuddin Raşid
İslam astronomisinin son büyük temsilcisi Takiyüddin, matematik ve astronomi alanlarında yaptığı çalışmalarla çığır açtı. Teleskobun asıl mucidi olan Osmanlı bilim adamı, aynı zamanda devletin tek rasathanesini de yapmıştı. Takiyüddin, mekanik saatlerden, kaldıraçlar ve göllerden, ırmaklar ile kuyulardan su çekmekte kullanılan çeşitli araç gereçleri de tasarladı.
Takiyüddin’in hocası Kutbeddin Efendi, kendinde bulunan rasat aletlerini ve Ali Kuşçu, Gıyasüddin Cemşid el-Kaşi gibi önemli âlimlerin matematik ve astronomi kitaplarını ona vererek bu alanlarda uzmanlaşmasına katkı sağladı. Bu öğrenim süreci sayesinde bilgi birikimi arttı, özellikle astronomi ve matematik konularında derinleşti. Avrupalı bilim adamlarına atfedilen çalışmaların asıl sahibidir.
Mısır’da, İstanbul’da ve Kahire’de müderrislik yapan Takiyüddin, Kazasker Molla Abdülkerim Çelebi ile babası Kutbüddin Efendi’nin teşvikleriyle astronomi ve matematik üzerinde yoğunlaştı. Abdülkerim Çelebi, Takiyüddin‘in bilimsel kişiliğinin oluşumunu derinden etkilemiş, hatta optik hakkındaki kitabını ona ithaf etmişti.
TAKİYÜDDİN’İN MATEMATİK BİLİMİNE KATKILARI;
XVI. yüzyılın ünlü astronomu Copernicus‘ in sinüs terimini kullanmamasına rağmen Sinüs, Kosinüs, Tanjant ve Kotanjant’ tan söz ettiği bilinir. Takiyüddin ise bunların tanımlarını vermiş, kanıtlamalarını yapmış, ayrıca birer derecelik aralıklarla 1°’den 90°’ye kadar hesaplanmış sinüs ve tanjant tabloları hazırlamıştı.
Aritmetik alanında kendine özgü pratik bir rakamlama sistemi geliştirerek altmışlı kesirlerin yerine ondalık kesirleri kullanmaya başlamış, böylece ondalık kesirlerin Batı’da bunu ilk kullanan Simon Stevin’den önce Doğu’da bilindiğini ortaya koydu.
YENİ BİR HESAPLAMA SİSTEMİ OLUŞTURDU
Doğu ve Batı’da astronomide kullanılan altmışlık sistemi (müneccim hesabı) bırakarak onluk sisteme geçti. Bunu da Bugyetü’t- Tüllab min İlmi’l-Hisab adlı eserinde şöyle açıklar: ” Ondalık kesirlerle Güneş’in ortalama, merkez ve apoje hareketini, günlerin tadilini, ortalamanın ve merkezin tadilini hesapladım ve bu yolla Güneş’in yörüngesini istenilene uygun vasıflarda tespit ettim.
Aynı şekilde, Ay’ ın ortalamaları ile bunlara ait tadilleri de belirledim. Yüce Allah izin verirse, bu sistemle bir zic yazmaya karar verdim. Çünkü bununla yapılacak çarpma ve bölme işlemlerinde altmışlık tabloya (kerrat cetveline) ihtiyaç duyulmaz ve toplama da çok kolaydır.” Böylece Takiyüddin, astronomların en önemli sorunlarından biri olan karmaşık hesaplama sistemini çözümleyerek, astronomik hesaplamalarda ihtiyaç duyulan yeni bir hesaplama sistemini getirdi.
TELESKOBUN ASIL MUCİDİ
Takiyüddin, optik alanında da büyük başarı gösterdi ve İslâm dünyasında yaklaşık sekiz yüzyıl önce başlatılan optik çalışmalarının sonucunda ulaşılan argümanları matematiksel bağlamda tekrar değerlendirdi. Takiyüddin, optikle ilgili eserinde ilk defa ışığın küresel yayılımını anlattı ve Batı’da bilinmesinden önce adını vermeden de olsa teleskoptan söz etti. Yaptığı bu aleti, “uzakta bulunmaları sebebiyle görülemeyen şeyleri gösterebilen bir billûr (mercek)” şeklinde tanımladı.
OSMANLI’NIN YETİŞTİRDİĞİ EN ÖNEMLİ MÜHENDİS
Modern Kimyanın Kurucusu: Cabir Bin Hayyan
Hem su geçirmeyen kağıt hem de paslanmayan çeliğin mucidinin bundan asırlar evvel bu topraklarda yaşadığını biliyor muydunuz? Ebu Musa Cabir bin Hayyan, Müslüman kimyacıların en ünlüsü ve çok yönlü alimidir. Ayrıca Hayyan, maddenin en küçük parçası atomun parçalanmasının mümkün olduğunu bundan 1200 sene önce söyledi. Batı’da modern kimyanın mucidi olarak anılan Cabir bin Hayyan’ın.
“KİMYANIN BABASI”
Hayyan, asrının fen âlimiydi. Bütün İslam âlimleri gibi, fen ilmini, İslami ilimlerle beraber okudu. Sürekli laboratuvarda çalışan Câbir, süblimleştirme, sıvılaştırma, kristalleştirme, damıtma, saflaştırma, cıvayla karıştırma, oksitleme, buharlaştırma ve filtrasyon gibi işlemleri geliştirip mükemmelleştirdi.
1250 YIL ÖNCE KİMYANIN TEMELLERİNİ ATTI
Cabir, şapı damıtmak suretiyle sülfirik asit üretti ve maddeleri gazlar, metaller ve mineraller olarak sınıflandırmaya başladı. Kimyasalların özelliklerini yitirmeksizin birleşerek, gözle görülmeyen element bileşikleri oluşturması hakkında da yazdı. Tüm bunlar bugün herkesin bilebileceği bir şey gibi görünse de, bundan 1250 yıl öncesi için Câbir, zamanının çok ilerisinde bir kişiydi.
HASSAS TERAZİYİ O GELİŞTİRDİ
Takribi 1 kilograma denk gelen ratıl ağırlık biriminden 6,480 kat daha küçük ağırlıkları ölçebilen bir hassas kantar geliştirdi ve oksitlenmenin olduğu belirli durumlarda metallerin ağırlığının azaldığını ortaya koydu.
Onun çalışmaları arasında Kimyasal Özellikler Üzerine Büyük Kitap, Ağırlık ve Ölçü Birimleri, Kimyasal Bileşikler ve Boyalar gibi eserler yer almaktadır. Bu eserlerde su banyosunun ve kimyasal fırının kullanımı açıklanmakta, cıva oksit ve sülfür bileşikleri gibi önemli kimyasal maddelerden bahsedilmektedir.
ORTA ÇAĞ KİMYACILARINI ETKİLEDİ
Bütün Orta Çağ kimyacıları büyük ölçüde Câbir‘ in tesirinde kalmışlar, Ebû Bekir er-Râzî ve İbn Sînâ gibi filozof ve bilginler onu üstat olarak tanımışlardır; hatta Roger Bacon bile ondan “üstatların üstadı” diye söz etmiştir.
Câbir’in tabiat felsefesi, geleneksel küçük âlem (insan) – büyük âlem (kâinat) anlayışına ve semavî güçlerin yeryüzündeki hadiselere tesiri fikrine dayanır. Ayrıca kâinatın nicelik boyutu üzerinde ısrarla durması ve ilim anlayışında ölçme ve deneye büyük önem vermesi de kâinatta ki temel faktörün sayı olduğu şeklindeki Pisagor teoreminin onun tabiat felsefesindeki bir yansımasıdır.
Nobel Ödüllü Bilim Adamı: Aziz Sancar
Mardin’den Amerika’ya başarılarla dolu bir kariyeri olan Aziz Sancar, 2015 Nobel Kimya Ödülü‘nü kazanmasının ardından, sıkılıkla gündeme geldi.
TÜBİTAK bursuyla gittiği ABD’de birkaç yıl biyokimya eğitimi aldı, fakat bazı sosyal uyum sorunları nedeniyle yurda döndü ve memleketi olan Savur’da bir süre hekimlik yaptı. Ancak gönlü hâlâ bilimsel çalışmalardaydı.
Bu yüzden tekrar ABD’ye giderek Dallas’taki Teksas Üniversitesi’nde moleküler biyoloji alanında doktoraya başladı. Doktora sonrası araştırmalarına Yale Üniversitesi’nde devam eden Aziz Sancar, burada çok önemli buluşlar yaptı. Bu başarılarından dolayı da ABD’deki Chapel Hill North Carolina Üniversitesi’nden teklif aldı.
Çalışmalarına orada da aynı hızla ve özenle devam etti ve yine önemli buluşlara imza attı. Yaklaşık kırk yıllık araştırma kariyeri boyunca pek çok ödül alan Aziz Sancar sonunda DNA onarım mekanizmaları konusunda yaptığı buluşlar nedeniyle 2015 Nobel Kimya Ödülü’ne layık görüldü.
AZİZ SANCAR’IN BİLİME KATTIĞI BAZI DEĞERLER
Maxicell Yöntemini Geliştirmesi
Bakteriler kromozomlarından ayrı olarak plazmid denen daha küçük halkasal DNA molekülleri içerebilir. Plazmidler moleküler biyolojide önemli bir araç olarak kullanılagelmiştir.
Aziz Sancar bakteri hücresi içindeki kromozomun UV ışınlarının etkisiyle yok edilip plazmidin sağlam ve tek başına hücre içinde bırakıldığı Maxicell yöntemini geliştirdi. Böylece, örneğin plazmide aktarılan genler ve bunların protein ürünleri bakterinin kendi genleri ve proteinleri araya karışmadan incelenebiliyor.
Aziz Sancar, bu yöntemi aslında DNA onarımında görevli enzimleri saflaştırmak için geliştirmiş ancak yöntem literatüre geçmiş ve Aziz Sancar’ ın ilgili makalesi 1000’in üzerinde atıf almış. Ayrıca Maxicell terimi Oxford Biyokimya ve Moleküler Biyoloji Sözlüğü’ne de girmiş.
Fotoliyaz Enzimi ile İlgili Keşifleri
Aziz Sancar Teksas Üniversitesi’ndeki doktora çalışması sırasında, bakterilerde UV (morötesi) ışımadan hasar görmüş DNA’ yı onaran fotoliyaz enzimini kodlayan geni klonlamayı, yani genomdan ayrı olarak elde etmeyi, ayrıca bakterinin bu enzimi fazladan üretmesini sağlamayı başardı.
Ancak daha sonra bu çalışmayı rafa kaldırmak zorunda kaldı. Yıllar sonra bu enzime geri döndü ve bakterideki fotoliyazın DNA’yı onarma mekanizmasını açıklığa kavuşturdu.
Ayrıca fotoliyazın insanda bulunan bir karşılığının, kirkadyan saati adı verilen biyolojik vücut saatinin işlemesinde rol oynadığının gösterilmesine yardım etti.
Nükleotid Kesip Çıkarma Onarım Mekanizmasını Aydınlatması
Bu, Aziz Sancar’a kendi deyişiyle “en büyük memnuniyeti ve nadiren bulduğu sükûneti hissettiren” buluşlarından biri. Bu onarım mekanizması 1964 yılında tespit edilmesine rağmen detayları bir türlü çözülememişti.
Çalışmasına önce bakterilerle başlayan Sancar, bu enzimin, bakteri DNA’sındaki hasarlı nükleotidleri çıkarırken bu nükleotidlerin çevresindeki 12 nükleotidi de kesip attığını keşfetti.
Sancar bu onarımın insanlarda gerçekleşen versiyonunu da araştırdı. İnsanlarda durum biraz daha karışıktı. Aziz Sancar, geliştirdiği bir testle insanlarda DNA’ daki hasarlı nükleotidlerin çevresindeki 27 nükleotidin nasıl kesilip atıldığını ve “doğru” nükleotidlerin bu boşluğa nasıl yerleştirildiğini buldu. Bu mekanizmanın 16 gen tarafından sentezlenen 16 protein ile işlediğini keşfetti. Aziz Sancar Nobel Ödülü’ ne özellikle bu konudaki başarılarından dolayı layık görüldü. Sancar, ayrıca 2015 Mayıs ayında ekibiyle birlikte insan genomundaki DNA onarım genlerinin bütün bir haritasını yayımladı.
Transkripsiyona Bağlı DNA Onarım Mekanizmasını Açıklaması
Aziz Sancar “biyokimyası güzel, verileri güzel, sunuşu güzel” diye tanımladığı keşfi için aynı zamanda “Yunus Emre destanım” diyor. DNA’daki hasar onarılırken, örneğin protein sentezlenen bölüm protein sentezlenmeyen bölüme göre daha etkin ve hızlı onarılır. Bu bilinen bir şeydi, ancak mekanizması çözülememişti. Transkripsiyon, bir proteinin sentezlenme sürecinde RNA adlı aracı molekülün, proteinin genindeki koda uygun olarak sentezlenmesidir.
Böylece genin bilgisi RNA’ya aktarılmış olur. Protein de RNA’ daki koda göre sentezlenir. Sancar ve asistanı transkripsiyona bağlı DNA onarımına başlayan enzimi saflaştırıp mekanizmasını çözerek tüm mekanizmayı tek bir makalede açıkladı.
Protein-DNA Bağlanmasında Moleküler Arabulucuyu Keşfetmesi
Aziz Sancar moleküler biyolojinin en temel konularından biri olan protein-DNA bağlanması konusunda yaptığı araştırmalar sonucunda bilime bir katkı daha yapmış ve “moleküler arabulucu protein” kavramını literatüre sokmuş. Sancar proteinlerin vücutta DNA’ya bağlanabildiğini ancak bunun laboratuvar koşullarında, bir deney tüpünde gerçekleşmediğini görmüş. Bunun üzerine proteinin DNA’ya bağlanması için aslında devreye başka bir proteinin girmesi gerektiğini fark etmiş ve bu proteine de “moleküler arabulucu” adını vermiş.
Moleküler arabulucu proteinler, DNA’ya bağlanacak olan proteinin üç boyutlu yapısında değişiklik yaparak DNA’ya bağlanmasını ve böylece yarı-kararlı bir DNA-protein kompleksinin oluşmasını sağlıyor. Bağlanmanın gerçekleşmesinin ardından arabulucu protein bu kompleksten ayrılıyor.
Kriptokrom ve Biyolojik Saat Konusundaki Keşifleri
1996 yılının Mayıs ayında Sancar Türkiye’den ABD’ye giderken uçaktaki bir dergide jet lag hakkında bir makale okudu. Bu makale bilime yapacağı önemli altıncı katkının habercisiydi. Pek çok canlıda bulunan 24 saatlik bir iç saat olan biyolojik saat, insan vücudundaki çeşitli metabolik olayların düzenlenmesinde rol oynuyor.
Sancar makaleyi okuduğunda insanda DNA onarımı etkinliği göstermeyen fotoliyaz benzeri genleri düşündü. Bakterideki fotoliyaz enzimi ışıktan etkilenen özellikte olduğu için aklına insanda fotoliyaz benzeri genlerle kodlanan proteinlerin, gün ışığı döngüsüyle uyumlu biyolojik saatimiz ile ilişkisi olabileceği fikri geldi.
O sıralarda sadece tek bir biyolojik saat geninin varlığı biliniyordu. Sancar fotoliyaz benzeri bu gene kriptokrom (CRY) adını verdi. Bu konudaki ilk makalesi sadece hipotez olarak yayımlandı. Sıra bu hipotezi ispatlamaktaydı. CRY1 ve CRY2 genlerinde mutasyon oluşturduğunda biyolojik saatin bozulduğunu gözlemledi. Ardından bu konuda çalışan başka araştırmacılar da başka biyolojik saat genleri keşfetti. Biyolojik saatle ilgili bu keşfi Aziz Sancar’a 1998 yılında Science dergisinin yılın molekülü yarışmasında ikincilik kazandırdı.
Dünyaca Ünlü Türk Matematikçi: Cahit Arf
“Bilim adamı olabilmek için tutku gerekir.”
Ord. Prof. Dr. Cahit Arf
Cahit Arf, 1910 – 1997 yılları arasında yaşamış dünyaca ünlü bir matematikçidir. Cisimlerin kuadratik formlarının sınıflandırılmasında ortaya çıkan ve kendi adıyla anılan “Arf Sabiti“, “Arf Halkaları” ve “Arf Kapanışları” gibi terimleri bularak, matematik ve bilim dünyasına önemli katkılarda bulundu. Alman matematikçi Helmut Hesse ile birlikte, Hesse-Arf Kuramı’nı geliştirdi.
Yüksek öğrenimini Fransa’da Ecole Normale Superieure’de 1932′ de tamamladı. Bir süre Galatasaray Lisesi’ nde matematik öğretmenliği yaptıktan sonra İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi’nde doçent adayı olarak çalıştı. Doktorasını yapmak için Almanya’ya gitti. 1938 yılında Göttingen Üniversitesi’nde doktorasını bitirdi.
Türkiye’ye döndüğünde İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi’nde profesör ve Ordinaryus profesörlüğe yükseldi ve 1962 yılına kadar çalıştı. Daha sonra Robert Koleji’nde matematik dersleri vermeye başladı. 1964 yılında Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu (TÜBİTAK) ilk bilim kurulu başkanı oldu.
Daha sonra gittiği Amerika Birleşik Devletleri’nde araştırma ve incelemelerde bulundu; Kaliforniya Üniversitesi’nde konuk öğretim üyesi olarak görev yaptı. Türkiye’de yaşamak istemesi üzerine kendi isteğiyle 1967 yılında Türkiye’ye döndü. Döndükten kısa bir süre sonra Kanada ve Amerika’daki üniversitelerden konuk öğretim üyesi olarak teklifler aldı. Ancak kendisi bu tekliflere cevap veremeden Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nden gelen telefon bu üniversiteye atandığını ve uçak biletinin yolda olduğunu söylüyordu ve artık Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde göreve başlamıştı.
1980 yılında emekli oldu. Emekliye ayrıldıktan sonra TÜBİTAK’ ın geliştirilmesinde çok emeği geçti ve TÜBİTAK’ a bağlı Gebze Araştırma Merkezi’ nde görev aldı. 1983-1989 yılları arasında Türk Matematik Derneği başkanlığını yaptı.
Arf, İnönü Armağanı’nı (1943) ve TÜBİTAK Bilim Ödülü’nü kazandı (1974). Bu ödülü alırken yaptığı konuşmada “Bilim insanının amacını anlamaktır” hemen ardından “ama büyük harflerle anlamaktır” sözüyle kendine göre bilim insanını açıklamıştır.
Onuruna yapılan cebir ve sayılar teorisi üzerine uluslararası bir sempozyum, 1990′da 3-7 Eylül tarihleri arasında Silivri’ de gerçekleştirilmiştir. Halkalar ve geometri üzerine ilk konferanslar da 1984′te İstanbul’da yapılmıştır. Cahit Arf, matematikte geometri kavramı üzerine bir makale sunmuştur. Cahit Arf, 1997 yılının Aralık ayında ağır bir kalp hastalığı nedeni ile ölmüştür.
“Matematik esas olarak sabır olayıdır. Belleyerek değil keşfederek anlamak gerekir.”
Ord. Prof. Dr. Cahit Arf
Kuantum Fiziğinin Dehası: Mete Atatüre
Öncelikle Mete Atatüre’nin kim olduğundan bahsedelim. Babası siyasetçi, annesi ressam olan Atatüre, ilkokulu babasının işi dolayısıyla 4 farklı okulda okumuş. Ortaokula geçtiği sırada ailesiyle ABD’ ye taşınan Atatüre’nin dolayısıyla bu yeni ortama alışması da biraz zaman almış. Aslında notları fena değilmiş ama özellikle fizik dersine pek ısınamıyormuş. Fizik hocası Atatüre’ ye teklifte bulunmuş: Ona bir fizik kitabı verecek ve sınava bu kitaptaki konulardan girecek. Ödül olarak da eğer bu sınavı verirse bir sene boyunca ne fizik derslerine ne de sınavlarına girmeyecekti.
Hocasının bu teklifini kabul eden Mete, kitaba çalışmaya başlamış. Fakat kitapta yalnızca fizik problemlerinin olmadığını, 2. Dünya Savaşı’ndaki ilk nükleer silahların üretildiği Manhattan projesi ve bu projenin başkanı olan Julia Robert Oppenheimer’ın hayat hikayesi de bulunuyordu. Kitabı okudukça bakış açısı değişen Mete, sınavı geçememiş olsa da kendisini çok farklı gelişmelerin içerisinde bulmuş.
Lise eğitimi için tekrar Türkiye’ye dönen Mete, hocasının teklifi sonrası hiçte sevmediği fizik dersini çok sevmiş ve fizikçi olmaya karar vermiş.
Bilkent Üniversitesi Fizik Bölümü‘ ne giriş yapan Mete, sonrasında ise kuantuma merak salmış. Üniversiteyi yüksek dereceyle biriten Mete, sonrasında ise tekrar ABD’ ye dönüş yapmış ve 2007’den beri Atomsal, Mezoskopik ve Optik Fizik Grubu başkanı olduğu Cambridge Üniversitesi’ne giriş yapmış. Mete, doçent unvanını bu üniversitede almış ve yıllardır yaptığı kuantum çalışmaları sonrası ölçülmesi imkansız olan ‘ışık seviyesinin gürültü ölçümü’ nü gerçekleştirmiş.
Mete Atatüre’nin bu başarısı, dünyanın saygın bilim dergilerinde duyuruldu. ‘Işığı sıkıştırma’ yöntemiyle ölçümü uygulayan Mete, bunu yaptığı sırada atomdan 100 kat daha güçlü süper bir atom elde etti. Bu sayede yıllardır gerçekleşebilirliği mümkün görülmeyen bir iddia da ortadan kalkmış oldu.
Gördüğünüz üzere Türk toplumu tüm bilim dallarında çığır açmıştır ve günümüzde çoğu araştırmanın da öncüsü olmuştur.
Hata!
Yorumunuz Çok Kısa, Yorum yapabilmek için en az En az 10 karakter gerekli